Bir Sürgünde Hüzünlenen Yedi Hayat

(Özürlü Yakınları Öykü Yarışması Üçüncüsü – Aralık 2006)

On iki Eylül’ün o soğuk günlerini üzerimizden daha yeni yeni atarken (ki ben henüz yedi yaşında idim) babam bir okulda müdürdü. Hayal meyal hatırladığım o dönemlerde bir gün babam her zamanki gibi okuluna gitti. Her akşam olduğu gibi, o akşam da heyecanla yolunu gözlüyorduk. Çünkü on iki Eylül’ün bıraktığı kötü kalıntılardan biri de kimsenin kimseye, hatta en yakın akrabalarına bile güvenmemesiydi. Herkes birbirine muhbir gözü ile bakıyordu. Bu yüzden evi neşelendiren sadece ve sadece annem ve babam idi.

Akşam büyük bir gürültü ile kapı çalındı. Annem, kapının kilidi bozuk olduğu için kapıyı hep bıçakla açardı. Annem kapıyı açtı ve bir polis yüksek sesle:

“Hanım bıçakla ne yapıyorsun?” dedi. Annem biraz titrek ve korku dolu bir sesle,

“Şey, kapımız bozuk da bıçakla açabiliyorum” diyebildi.

Her yer didik didik arandı, hatta soğuktan altına girdiğimiz battaniye bile… O geceden aklımda kalan en son şey, yaşlı bir polis amcanın bize, içten bir gülümseme ve sıcak bir sesle:

“Yavrucuklar üşüyor musunuz?” demesiydi.

Aslında biz o gece dört kardeş değil beş kardeşmişiz. Çünkü annemin hamile olduğunu babam gözaltına alındıktan sonra öğrenmiştik. Sonraki kırk gün, bizim ömür boyu hüzünle hatırlayacağımız günler oldu. İşte kara gözlü kızın hikayesi de böylece başlamıştı. Daha annesinin karnında iken, hayatının ilk günlerine hüzünle başlayan kara gözlü kızı ilerde daha kötü günler beklediğini kim bilebilirdi ki? Babam bir yanlış anlaşılma nedeniyle gözaltına alınmış ve kırk gün sonra serbest bırakılmıştı. Evimizde bayram rüzgarları esiyordu.

Hepimiz, babamı kesilen bıyıklarıyla tanıyamamıştık. Bu olayın hemen ertesi, babamı Niğde’nin Edikli kasabasına sürgün etmişlerdi. İşte kara gözlü kız daha doğmadan, ilerideki hayatının felaketi belki de bu yüzden olacaktı. Kara gözlü kız, biz oraya gitmeden önce doğmuştu. Kapkara ve iri gözleri, uzun simsiyah dalgalı saçları ile çok güzel bir bebekti. Edikli’ye gittiğimizde kara gözlüm beş aylıktı. Sakin, uslu, kolay kolay ağlamayan, elindeki bir oyuncağı ile saatlerce oynayan bir bebek. Kısa zamanda herkes bizi çok sevdi. Kara gözlüm ise herkesin ilgi odağıydı. Sevimliliği ve tatlılığıyla hep göze gelirdi. Edikli küçük şirin bir kasaba idi. Ama kışları çok sert geçerdi. Kara gözlüm on bir aylıkken, bir sabaha karşı annemin feryadıyla uyandık. Annem:

“Kızım öldü, kızım öldü…” diye ağlıyordu.

İçeriye girdiğimizde onun tavana dikilmiş gözlerinin ve morarmış vücudunun görüntüsü ile karşılaştık. Babam çok soğukkanlı birisiydi. Hemen bir araba ayarladı. Bebeğin ateşi yükselmeye başladı. Oysa gece zaten yükselmiş ve havale geçirmişti. Ama ne yazık ki yollar kardan kapanmış ve greyderlerin gelmesi bekleniyormuş. Çaresizce biz de bekledik. Geçen her saniye kara gözlümü biraz daha felakete sürüklüyordu. Yollar açıldı ve hemen Kayseri’ye gidildi. Orada menenjit teşhisi konulmuş ve belinden su alınmıştı ve Niğde’ye götürülmesi istenmişti. Uzayan zaman kara gözlümden neler alıp götürmüştü bir bilseniz… Niğde’ye götürmüşler. Herhalde onun tek şansı burada yüzüne gülmüştü. Çünkü babamın en samimi doktor arkadaşı burada çalışıyormuş. Gecenin ikisinde arkadaşlarını evden toplamış ve ilk müdahaleyi yapmışlar. Yani havale geçirdikten bir gün sonra. İşte sürgünün bize vurduğu en büyük darbe bu idi. Tam on bir gün hastanede yattı. Bu arada bize, beşinci sınıfa giden ablam bakıyordu. O yaşta bize kuru fasulye bile yapmıştı. Annemi hiç aratmamıştı.

Eve getirildiğinde hepimiz şok olmuştuk. Çünkü o güzelim uzun dalgalı saçları yoktu. Serumu takmak için saçlarını, hatta bacağındaki ve kollarındaki kılları bile tıraş etmişlerdi. On bir aylık çocuğun vücudunda ne kadar kıl olabilirdi ki? Daha önce kullandığı kelimelerin hiçbirini kullanamıyordu. Bana “abla” deyişini tekrar altı yıl sonra duyabilecektim. Her şeyi göstererek istiyordu. Evimiz yola çok yakın olduğu için annem, uzunca bir ipi beline bağlar ve o, bahçede ipin uzandığı yere kadar gider, oynardı. Bir gün bahçede, bir akrebi kuyruğundan sallayıp attığını görmüştük. Hatta bir keresinde, kışın harçlıklarımızı biriktirip aldığımız ve gözümüz gibi baktığımız civcivlerden birinin poposunu ısırmış, birinin gözünü patlatmıştı. Yani anlayacağınız ikisini şehit, üç tanesini gazi etmişti. Biz ise günlerce ağlamıştık. Bunlar zihnimize kazınan, hüzünlü ama bizce güzel anılardı. Gülümseyerek hatırlayacağımız…

O altı yaşındayken babamın tayini Adana’ya çıktı. İşte kara gözlüyü bekleyen güzel günler o zaman başlamıştı. Çünkü tedavisini daha iyi yaptırabilecektik. Annem onu Balcalı Hastanesi’ne götürdü. Oradaki doktor onu bol bol parklara, çocukların çok bulunduğu yerlere götürmemizi söyledi. Böylelikle konuşabileceğini anlatmıştı. Annem her gün onu parklara götürürdü ve kara gözlüm altı yaşındayken suskunluğunu bozdu. İlk söylediği kelime dünyadaki en güzel sözcük idi: “Anne…” Hepimiz sevinçten havaya uçuyorduk. Onun hep normal haline döneceğini düşünüyordum çocuk aklımla. Babam onu zihinsel engelliler okuluna kaydettirmek istedi. Kayıt için okula gittiğinde dolu dolu gözlerle geri döndü. Çünkü oradaki diğer çocukları gördüğünde çok üzülmüştü. Onlar sadece fiziksel engelli değil, aynı zamanda zihinsel engelliydiler. Bir taraftan onlara çok üzülmüş, diğer taraftan kendi kızının haline yüzlerce kez şükretmişti.

Bir doktor arkadaşı ona kara gözlüyü normal bir okula göndermesini tavsiye etmişti.Çünkü normal çocuklar arasında daha iyi gelişeceğini söylemişti. Babam da onu çok samimi bir arkadaşının sınıfına kaydettirdi. Onun ilgisi ve sevgisi ile beşinci sınıfa kadar okudu. Okumayı, yazmayı çok iyi öğrenmişti. Sınıftaki herkesin adını, soyadını, liste sırasına göre ezberlemişti. Bütün şarkıları ezbere biliyordu. Bizim de derslerine yardımcı olmamız onu çok mutlu ediyordu. Ortaokula geldiğinde babam onu kendi okuluna aldı ve ortaokulu bitirtti. Okul onun en büyük zevki idi. Matematiksel kavramları pek iyi bilmiyordu. Ama toplamayı, çıkarmayı çok güzel yapıyordu. Hatta çarpım tablosunu bile ezberlemişti. Benim ona olan düşkünlüğüm ve derslerine yardımcı olmam nedeniyle, biraz da suyuna gittiğim için bana çok düşkündü. O ortaokul ikinci sınıfta iken ben üniversiteyi kazandım. Ama kara gözlü buna çok üzülmüştü.

Annem beni aradı, ben yanında olmadığım için okula gitmek istemediğini, diğer kardeşlerinin onun derslerini bilmediklerini ve her gece ablam gelsin diye ağladığını söyledi. Ara tatilde döndüğümde, onunla uzun uzun konuştum. İkimizin geleceği için okumam gerektiğini söyledim. Bana sarıldı ve, “Tamam ablacığım,” dedi.

Benim hayatımı değiştiren tek kişi kardeşimdi. Neden mi? O ailenin en son çocuğuydu. Annem hamileliğinin o zor dönemlerinde bu çocuğu hiç istememişti. Çünkü dört çocukla tek başına çok zor günler geçiriyordu. Ben ve ablam ısrarla aldırmamasını, doğunca bizim de bakacağımızı söylemiştik.

İstenmeyen bebeklerin her zaman başına bir şeyler geleceği duygusu, korkusu bana o kadar hakim ki… Ben bile, istemediğim halde olan üç çocuğumun hiçbirini aldırmadım. Eşimin yoğun baskılarına rağmen… İnsanların kendi hatasının kurbanları olarak çocukların seçilmesine her zaman karşı çıktım ve çıkacağım da… Zaten her şeyin kurbanı her zaman onlar olmuyor mu?

Savaşlarda, ihmallerde, doğal felaketlerde, şiddette, boşanmalarda… Hhep zararı gören onlar değil mi?

Kara gözlümün savunmasız ve ömür boyu ilgiye muhtaç hali, beni ona daha çok bağladı. Eşim hala, “Üç çocuğun var, ama onun kadar ilgilenmiyorsun,” der durur. Ona her zaman şu cevabı veririm:

“Benim çocuklarım bir gün büyüyecek ve her şeyi öğrenecekler. Kendi kendilerine yetebilecekler. O ise sürekli bir çocuk kalacak. Yirmi iki yaşında, ama yedi yaşında bir çocuk…”

Biz elimizden geldiğince ona yardımcı olduk. Belki de babamın öğretmen olması; ablamın, benim ve kardeşimin de öğretmen olması onun hayattaki en büyük şansı idi. Aileye katılan yeni üyeler de bu durumu kabullenip anlayışlı oldular. Günlerce isyan ettim, gecelerce ağladım, “Neden bu felaket bizim başımıza geldi?” diye. Onun yaşıtındaki kimi görürsem şu an bile içim burkuluyor. Neden kara gözlüm de onlar gibi değil diye. Ama artık isyan etmiyorum. Çünkü o, hayatın çirkefliğini, kötülüğünü, dertlerini hiçbir zaman görmeyecek. Hepimiz tekrar çocukluğumuza dönmek istemez miyiz? İşte o hep çocuk kalacak. Yeni giysiler, sevdiği yiyecekler alındığında ve gezmek istediği yerlere götürüldüğünde hep mutlu olacak bir çocuk. O beni olgunlaştıran tek varlık. Benim mesleğimi seçmeme etkisi olan bir insan. Onun için okudum ve öğretmen oldum. Çünkü annem ve babamdan sonra bize muhtaç olacak bir insan. Bizim de, maddi açıdan başkasına muhtaç olmamamız gerekiyor. Çünkü her insan bu duruma anlayış göstermez. Bunu ancak yaşayanlar bilir.

O, ailemizi birbirine bağlayan, bizi olgunlaştıran ve insani değerlerimizi en üst düzeye çıkaran kişi. Sadece bu hastalığı yaşayan aileler nelerle karşı karşıya geldiğimizi bilir. Hepsinin hayatı, hayatın en acı gerçeklerini anlatan bir hikaye. Yazıldığında kitaplara sığmayacak bir hikaye. Sadece birkaçı şanslı. Kara gözlüm de bunlardan biri. Çünkü ona elimizden gelen bütün desteği veriyoruz… Ya diğerleri?.. Devletimizin yapması gereken menenjit aşısını, bilinçli kaç aile yaptırıyor, ya da kaç tanesinin parası bu aşıyı yaptırmaya yetiyor ki?

Benim hayatta kardeşimle ilgili üç korkum var:

Birincisi; bilinçsiz olduğu için tacize uğrar mı? (Bunu dolaylı yollardan yaşadık.)

İkincisi; ileriki yaşlarda daha da kötüleşebileceği korkusu. (Özellikle yaşlılığı.)

Üçüncüsü ve en zor olanı, onu kaybetmek korkusu ama, olsun. Her şeye rağmen bize gerçekten insan olmayı öğreten bu hastalığı kabul ettik ve onunla mücadele edeceğiz. Çünkü onun hayatımıza kattığı bir çok güzellikler de var. Ders aralarında yazdığım bu hikayede, aslında anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki…

İşte size yirmi iki yaşında, ama gerçekte yedi yaşında olan ve annemin, babamın ömür boyu ağladığı, onları öbür dünyaya gözleri açık götürecek, ibret verici, bir o kadar da ders verici kara gözlümün gerçek hayat hikayesi.

Özlem Başaral (Adana)

Yorum Ekle

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir