Bir Anı

(Özürlü Yakınları Öykü Yarışması Birincisi – Aralık 2006)

Yirmi üç yaşında, zihinsel yetersiz bir gencin annesiyim. Bu sekiz sözcüklü, kısacık tümce, neredeyse bütün yaşamımın özeti. Kısacık bir süre, gözlerimi kapayıp içime döndüğümde, tatlı – acı binbir anı, derinlerden gelip peşpeşe oturur yüreğimin ortasına. Her biri ayrı bir duygu okyanusudur, dalgalanır beynimin kıvrımlarında. Damla damla akıp bütün bedenimi dolaşırlar damarlarımda. Kimi alev kadar yakıcı, kimi dağlardan kopup gelen pınarlar kadar temiz ve serin. Bu anılardan birini, siz sevgili okurlarla paylaşmak isterim.

Yirmi yıldır gönüllü anne olarak, yönetiminde görev aldığım Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı Rehabilitasyon Merkezinde eğitim alan çocuk ve gençlerimizin yaşama daha iyi uyum sağlamaları, toplumla kaynaşabilmeleri için çabalar dururuz sevgili arkadaşlarımla birlikte. Onlara yararlı olabilecek her etkinliği gerçekleştirmeyi görev biliriz. Bu etkinliklerden biri de, çocuklarımızı her yaz deniz kıyısına götürmek, onların sağlıklı gençlerle bir arada olmalarını, karşılıklı olarak birbirlerini tanıyıp sevmelerini, hem çocuklarımızın bir adım ileri gitmesini, hem gençlerin engellileri tanımasını sağlamaktır.

Sanırım beş-altı yıl önceydi. Sıcak bir yaz günü, masmavi gökyüzünün altında bir otobüs dolusu çocuğumuz ve eğitimcilerimizle birlikte yola çıkmış, şarkılarla, türkülerle Kuşadası Gençlik Kampına gitmiştik. İşimiz zordu. Zihinsel yetersiz çocuklarımızı, aileleri bizlere emanet etmişti. Onların kılına zarar getirmeden eğlendirmek, yüzme öğretmek, çevreyi tanıtmaktı görevimiz. Üstelik amacımıza da ulaşmıştık. Gençlerimiz, kamp sakini diğer gençlerle kaynaşmıştı. Çok neşeli, çok keyifliydik.

Birkaç gün sonra, Kamp yönetimi, ertesi gün bir çevre gezisi düzenlendiğini duyurdu. Selçuk Müzesi ve Efes antik kenti gezilecekti. Çok yararlı ve şenlikli bir gezi olacaktı. Hepimiz sevindik. Ben, özellikle çok sevindim. Çünkü çocukluğumdan beri ören yerlerini gezmeye bayılırım. Kalıntılar arasında dolaşırken çağımızdan uzaklaşır, yüzyıllar öncesinde yaşamaya başlarım. Üstelik Efes’i otuz yıl önce görmüştüm. Şimdi bu gezi, çocuklar kadar beni de mutlu edecekti. Ama?.. Birden kalakaldım olduğum yerde. Benim oğlum kesinlikle katılamazdı, bütün gün sürecek bu yorucu geziye. Oğlum güçsüzdü. Sıcak ve yorgunluk onu olumsuz etkiliyordu. Üstelik günde birkaç kez epilepsi nöbeti geçiriyordu. Yapılacak tek şey vardı. Çok istediğim bu geziye katılmayacak, oğlumla birlikte kampta kalacaktım.

Kararımı vermiştim. Eğitimcilerimizle birlikte listelerimizi hazırladık. Her eğitimci beş çocuktan sorumlu olacaktı. Hazırlıklarımızı tamamladık. Ama bir yandan da, yüreğim kan ağlıyordu. Oğlum arabayla gezmeyi çok seviyordu. Bütün arkadaşları neşe içinde otobüslere binip giderken, nasıl onu tek başına, boynu bükük bırakacaktım?.. Bu ikilem ve üzüntü içinde bocalarken yeni bir şey öğrendim. Otobüs, kafileyi Efes’in üst girişinde bırakacak, dönüp çıkışta bekleyecekti. Nasıl sevindiğimi anlatamam. Sorun böylece çözümlenmişti. Ben Efes’te otobüsten inmeyecek, diğer kapıda, otobüsün içinde bekleyecektim. Oğlum da hem arkadaşlarıyla birlikte gezmiş olacak, hem de yorulmayacaktı.

Ertesi sabah otobüsün içindeki en şen yolcu, sanırım bendim. Ara koridorda ayakta duruyor, gideceğimiz yerler konusunda çocuklarımı basit tümcelerle bilgilendiriyor, hiç de güzel olmayan, hatta “felaket” diye nitelenebilecek sesimle şarkılar söylüyor, herkesi coşturuyordum. Grubumuz Selçuk Müzesini gezerken ben oğlumu, bir ağacın gölgesindeki ahşap bankta dinlendirdim. Neşe içinde Efes’e ulaştık. Çocuklar eğitimcilerimizle birlikte indiler, ben oğlumla otobüste kalıp diğer kapıya dek gittim. Ancak orada otobüsün sürücüsü,

“Benim yazıhanede işim var. Şimdi gidip iki saat sonra döneceğim. İnmeniz gerekiyor,” demez mi?

Yapacak bir şey yoktu. İndik çaresiz. Efes antik kentinin önü, turistlere hizmet vermek üzere düzenlenmiş geniş bir meydandı. Öğle güneşi gökyüzünde parlıyor, en kızgın ışınlarını üstümüze yağdırıyordu. Çevreme bakınıp gölgesinden yararlanabileceğim bir ağaç altı aradım. Yoktu. Çaresiz yürümeye başladık. O saate dek zaten yorulmuş olan oğlumun, on beş-yirmi adım sonra dizleri bükülmeye başlamıştı. Kolumdaki ağırlığı gitgide artıyordu. İnanır mısınız, bir çay bahçesi bulamadım. Meydanın çevresine turistik, lüks lokantalar dizilmişti sıra sıra. Kapılarda duran çok şık giyimli garsonlar, İngilizce, Almanca, Türkçe karışımı, acayip bir dille bizi içeri davet ediyorlardı. Doğrusu bu lokantalardan birine girmeye cesaretim yoktu. Hem aç değildik, hem de yanımdaki para kısıtlıydı. Eh, o yıllarda kredi kartları da henüz yaşamımıza girmemişti. İşte böylece, her adımda bana biraz daha yüklenen, adeta kendini bana taşıtan oğlumla, yalpalaya yalpalaya dolaşırken, sol yanda, Efes kenti kapısının hemen yanında salaş bir kulübe ilişti gözüme. Yanındaki çınar ağacının altında, iki-üç tane örtüsüz, tozlu, eski plastik masa vardı. Çöl ortasında vaha görmüş gezgin gibi rahat bir soluk aldım. Hemen o yana yönelip en gölge masaya yerleştim, oğlumu da yanıma oturttum. Oturur oturmaz, büfeye bakan delikanlı da başıma dikildi, ne istediğimi sordu. On sekiz-yirmi yaşlarında olmalıydı. Benim zihin özürlü oğlumla akran sayılırdı. Uzun boylu, esmer, çok parlak gözlü, yakışıklı bir delikanlıydı. Daha ben ona siparişimi veremeden, oğlum epeyce sert bir epilepsi nöbeti geçirdi. Oğlumun nöbetleri kısa sürer, bir-iki dakikada geçer ama, çok hırpalar onu. Ben o kısacık süre içinde oğlumu rahatlatmaya çalışırken, büfeci genç, ne yapacağını bilemez halde çakılıp kaldı masanın yanında. Oğlum nöbetten açılıp gevşeyince delikanlıya dönüp,

“Kahve var mı?..” diye sordum.

“Yok,” dedi, “çay var. Bir de soğuk içecekler…”

Nasıl baktıysam yüzüne, çabuk çabuk sürdürdü sözlerini,

“Ama, dur Teyze, ben sana kahve yaparım…”

Koşar adım gidişini izledim. Tezgahın altında bir dolabı açtı, kenarı kırık bir seramik kupa ve kahve kavanozu çıkardı. Kaynar suyla karıştırıp getirdi. Belli ki, kendi fincanında hazırlamıştı bana kahveyi. Minnetle teşekkür edip oğlum için de su, meyve suyu ve bisküvi istedim. Koşup onları da getirdi. Gidip tezgaha yaslandı. Müşteri kaçırmamak için bir yandan geçen turistleri kollarken, diğer yandan da belli etmeden bizi izliyordu. Benimse, çilem bitmemişti henüz. Oğlum sıcaktan, yolculuktan ve nöbetten bitkin düşmüştü. Gözleri kapanıyor, başı düşüyor, kendini iskemlede dengede tutamıyor, aşağıya kayıyordu. Ben bir yandan onu rahatlatmaya çalışıyor, bir yandan da kendime lanetler savuruyordum. Ne vardı, kamptan ayrılıp bu serüvene atılacak?.. Oğlumun boynu bükük kalmasın diye, bu denli sıkıntıya katlanmamak için insanda akıl, fikir olmalıydı. Ama ne gezerdi bende o akıl?.. İşte bunlar gelirdi adamın başına… Yorgun, bitkin, yaşamaktan bezgindim o anda…

Ama oturup kaderime kahredecek zaman değildi. Oğlumun biraz dinlenmeye gerçekten ihtiyacı vardı. Delikanlıya seslendim, koşup geldi.

“Gözünü seveyim oğlum,” dedim, “yardım et de çocuğu masanın üstüne yatıralım.”

“O kolay da Teyze,” dedi, “yan tarafta benim yatağım var. İğrenmezsen oraya yatıralım…”

“Ah yavrum, neden iğreneyim?” diye yanıtladım, “sağ ol…”

Oğlumun kollarına girip kaldırdık. Delikanlının desteğiyle kolayca yürüttük. Tam o sırada bizim grubumuzu gördüm. Neşe içinde, hoplaya sıçraya antik kentin kapısından çıkıyorlardı. Nasıl sevindim, anlatamam. Delikanlıya dönüp,

“Sana çok teşekkür ederim oğlum,” dedim, “bizimkiler geldiler. Şimdi otobüsün arka koltuğuna yatırır, dinlendiririz onu.”

Yeniden teşekkür edip bir kolumda yere yıkılmak üzere olan oğlum, öteki omzumda, oğlumun günlük gereksinimleri ve bir sürü ıvır zıvırla enikonu ağırlaşan kocaman çantam, yürümeye başladım. Birkaç adım atmıştım ki, başımda adeta şimşek çaktı. O sıkıntımın, telaşımın içinde para ödemeyi unutmuştum. Hemen geri döndüm,

“Kusura bakma delikanlı, ödemeyi unuttum. Borcum ne kadar?” dedim.

“İstemez Teyze,” diye yanıtladı, “hiç borcun yok…”

Şaşırıp kalmıştım. Ne anlama geliyordu bu?.. Doğrusu, hiç böyle bir şey gelmemişti başıma. Parayı uzatıp,

“Hiç olur mu oğlum?” dedim, “Haydi kahveyi senin ikramın olarak kabul edeyim, ama diğer siparişlerimi unuttun galiba…”

Nemli gözlerle bakıp gözlerimin içine,

“N’olur Teyze,” diye yalvardı, “izin ver de, bir şey yapmış olayım senin için…”

Boğazım düğümlenmişti, sesim çıkmadı. Gözlerimle teşekkür ettim ona… İşte buydu bizim halkımız… Bu gencecik, yaşam konusundaki deneyimi sınırlı, cahil köy delikanlısının bile, böylesine kocaman bir yüreği varsa, bu ülkenin özürlü çocukları da gelecekte emin ellerde olacaklardı. İçim serinledi birden. İyi ki katılmıştım bu geziye. İyi ki sevgili oğlumu yoksun bırakmamıştım arkadaşlarıyla birlikte olmaktan. İyi ki, iyi ki… Gözlerimin içi güldü. Gözlerimden önce yüreğim güldü. Daha güçlü asıldım oğlumun koluna. O da arkadaşlarını görmüş, yeni bir güç bulmuştu. Küçük bir kahkaha atarak, elinden geldiğince atıldı ileriye. Kol kola yürüdük, öteki sevgili çocuklarımın yanına.

Müge Konor (Ankara)

Yorum Ekle

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir