Arda Tan

(Özürlü Yakınları Öykü Yarışması İkincisi – Aralık 2006)

1962 yılında 20 yaşımı doldurmuştum. Hayata neşe ve güvenle bakan, ailemle mutlu yaşayan bir kızdım. O sene sonunda, askeri doktor olan bir beyle görücü usulü ile nişanlanıp 1963’ün Temmuz ayında evlendik.

Sevgiyle dolu bir sene sonunda, tam evlendiğim gün ve saatte, 22 Temmuz 1964’te normal doğumla sağlıklı bir oğlumuz oldu. Adını Arda koyduk. Anne ve baba olmanın güzel duygularını yaşayarak günler geçiyordu. O sırada kocam Gülhane’de ihtisasını bitirmiş, psikiyatrist olmuş, Erzurum Çakmak Hastanesine atanmıştı. Orada güzel bir apartman dairesi tuttuk ve taşındık.

Hastanedeki doktor arkadaşların hepsi benden büyük, bir abla ve ağabey gibiydiler. Arda, çocukları büyümüş olan arkadaşlarımızın içinde yeni ve güzel bir bebek olmuş, herkes tarafından seviliyordu. Bir sene, o bir yaşına gelinceye kadar hayatımın en mutlu günlerini yaşadım. Arda ile günlerim dolu dolu geçiyor, onunla evcilik oynar gibi oynuyor, bakıyordum. O her çocuk gibi, her gün yeni bir şeyler öğreniyordu. Gelişmesi gayet normal, sağlıklı bir bebekti. Arda 9 aylık iken ben ikinci çocuğuma hamile kalmıştım. Annem ve babam Arda’yı ihmal edeceğimden endişelenip bu bebek için erken diyorlardı. Ama ben doğurmak istiyor ve beraber büyürler diyordum. Arda 10 aylık iken yavaş yavaş sıralamaya başladı. Hiç emeklemeden koltuklara tutunarak yürümeye çalışıyor, bu yaptığından büyük keyif alıp gülüyordu. Anne-baba-mama-dede-alo-gel gibi sözleri söylemeye başlamıştı. Ona güzel kıyafetler dikip giydiriyor, gelen yazın ilk günlerinde pusetle Erzurum’da geziyorduk. Her gören yerli kadınlar “Bacı bu çocuğa nazar değer, böyle gezdirme” diyor, sevip okşuyorlardı. Yaşından bir ay önce Arda iyice yürüyordu.

22 Temmuz 1965 günü birinci yaş gününü dostlarımla beraber kutladık, gelen oyuncaklardan memnun neşe içinde oynuyordu.

Erzurum’a artık yaz gelmiş, hava iyice ısınmıştı. Bütün hastane, Erzurum’un Serçeme adındaki, derelerin şakır şakır aktığı bir piknik yerine gitmiştik. Arda’yı çok titiz büyütüyorduk, dışarıda hiçbir şey yedirmiyor, sular kolili olduğu için devamlı kaynatılmış su biberonu elimizde geziyorduk. Orada herhangi bir şey dokunmuş olacak ki, ertesi gün öğleye doğru müthiş bir ishal oldu. Babasına telefon ettim, çocuk doktoru arkadaşı alıp eve geldi. Arda o saate kadar 6-7 kez dışarı su gibi çıkmıştı. “Bol su içir, yarına kadar geçmezse ilaç veririz” dediler. Fakat Arda üstten aldığı suyu iki dakika sonra alttan çıkarıyordu. O gece sabaha kadar bol su içirerek geçti. Sabaha karşı ishali durdu, karnı iyice şişmeye başladı. Bu sefer gaz dahi çıkmıyordu. Kocam “Bağırsakların bu kadar çok çalışmasından bağırsak düğümlenmesi olur” dedi. Hemen hastaneye götürdük. Hangi doktor baksa, aynı şeyden şüphelenip hemen ameliyat diyorlardı.

Nihayet ameliyata alındı, içerden iyi bir haber gelmesi için kapıda dua edip Allah’a onu bağışlaması için yalvarıyordum.

O gün 30 Ağustos idi, askeri tören hastane önünde yapılıyordu. Merasimi seyretmeye gelen içeri giriyor, üzülerek kalıyorlardı. Nihayet ameliyathaneden haber geldi. Bağırsak düğümlenmesi yoktu, lenf bezleri fındık gibi şişmişti. Biraz sonra da sedyeyle, hazırlanan bir odaya çıkarttılar. Güzel bebeğim yanakları al al, karnı sargılı, kocaman yatağın içinde bir melek gibi yatıyordu.

Herkes çok şükür iyileşecek artık derken, beyaz çarşafların karından aşağısına gelen yerleri kıpkırmızı kan olmuştu. Gazla beraber öbek öbek kan geliyordu. Hemen oksijen çadırına kondu, ateşi çok yüksek olduğu için buzlar kondu ve kan aranmaya başlandı. Kan 0 RH (-) nadir bulunan kandı. Benden başka kimsenin kanı uymuyordu ve tansiyonum çok düşük olduğu için benden alamıyorlardı. Kan bankası dahil kan bulunamadı. Kocam askerleri toplayıp oğlum için kim kan verir diye onlara sormuş ve kan bulunmuştu. 3 askerin kanı kan bankasında ölçüldü ve oğluma kan verilmeye başlandı. Sevinç ve iyi olacak umudu ile o gece arkadaşlar beklediler, ben ve kocam biraz uyuduk.

Sabah ne yazık ki terslikler bizi bırakmadı. Askerin kanında sarılık mikrobu varmış, Ardacığım da sarılık oldu. Oksijen çadırında ateşi bir türlü düşmeyen, her tarafı şiş ve sarı bir çocuk hayat mücadelesi veriyordu. Herkes birbirinden bakışlarını gizliyor, yaşlı gözlerini saklıyordu. Benim hamile oluşum ve yorgunluk nedeniyle tansiyonum düşmüştü. Kalkamıyor, Arda’nın karşısında yatıyordum. Kocam şaşkına dönmüş, doktor olduğu halde bir şey yapamamanın acısını yaşıyordu. Doğunun imkansızlıklarından, bir şey yapılamayan bebeğim elden gidiyordu. Artık orada bir şey yapma imkanı yoktu. Ankara’dan askeri uçak istendi, ertesi gün uçak geldi. Uçağın oturulacak yerleri tamamen sökülmüştü, Arda’yı sedyesiyle oraya yerleştirip oksijen tüpü ve ağzında maskesi ile bağladılar. Ben, kocam ve bizimle gelen doktor yere oturduk, dualarla Ankara’ya geldik.

Kocam Hacettepe’deki arkadaşlarına , geliyoruz diye haber vermiş, havaalanında bizi ambulans ile karşıladılar. Arda’yı ve kocamı alıp hastaneye götürdüler, ben annemlere götürüldüm. Bütün akrabalar gelmiş, her kafadan bir ses…

Akrabalardan, bir ay ara ile doğum yaptığımız Okşan, oğlunu alıp geldi. Dünya güzeli sarışın Volkan’a mavi takım elbise giydirmiş. Bana “Ayla Yenge sigara içer misin?” diye sordu. O anda onu çok, pek çok sevdim ama, hem de kıskandım. Benim çocuğum da onun gibi sapasağlamken neden böyle olmuştu, sonra ne olacaktı? Bir anda aklıma Erzurumlu kadınların “Bacı, bu gözlere nazar değer, gözlerini kapa” dedikleri geldi. Şimdi üzüntüye bir de suçluluk eklenmişti.

Kocam akşam eve geldi, beni Arda’yı görmeye götürdü. Arda yatakta çıplak, gözleri kapalı, saçları tıraş edilip serum takılmış, güvenilir bir ortamda yatıyordu. Doktorlar geliyor, bana geçmiş olsun diyorlardı. Onlara ümit dolu gözlerle bakarak, “İyi olacak mı? Neden olmuş? Nesi var?” diye sorular yağdırıyordum. Onlar ise, “İyi olacak korkma, ama neden diye sorma” dediler. Bir gün kocam, bir gün görümcem, bir gün ben gidiyor, yanında kalıyorduk.

Bir gün giderken ona balon aldım. Yatağa oturtmuşlar, şişleri gitmiş, iğne ipliğe dönmüştü. İlk anda benim bebeğim değilmiş gibi geldi, çok değişmişti. Ama “Arda” deyince çırpınmaya ve gülmeye başladı. Balonla oynamaya başladı, balon eline değince tutuyor, vuruyor, ama elinden düşünce yanında duran balonu görmüyor, tepkisi bitiyordu. Yemek yedirerek deney yaptım. Kaşığı tuttuğumda hiç hareket yokken, ağzına değdiğinde açlıkla kaşığı tutup yiyordu. Hemen doktor hanıma söyledim. “Biz her gün bakıyoruz böyle bir şey yok” dedi. Onu, bir daha bakması için ikna ettim. Baktı, EEG çekildi ve iki gözünün de kör olduğu anlaşıldı. Vücudu su topladığı zaman beynine baskı neticesinde görme merkezi hırpalanmıştı. Kortizon verdiler, “Yapacak başka bir şey yok, dünyanın neresine giderseniz gidin bundan başka yapılacak bir şey yok,” dediler ve 28 gün Hacettepe’deki tedaviden sonra tifo sepsisi ansefalit teşhisi ile taburcu olduk.

Bir yandan iyileşmesine seviniyor, bir yandan da o güne kadar hiç kör birisi ile yaşamadığım için ne yapacağımı bilmiyordum. Hayatım her gün daha da kararıyor, ona nasıl bakacağımı düşünüyor, kahroluyordum. Bu arada hamileliğim 8. ayındaydı ve bayağı ağırlaşmıştım. Kocamla aramızda kan uyuşmazlığı olduğu için benim Ankara’da doğum yapmam gerekiyordu. Kocam izni bittiği için Erzurum’a döndü, ben görümcemde kalmaya devam ettim. O Arda’ya çok iyi bakıyor ve besliyordu. Kortizondan yine şişmanladı, neşesi yerine gelmişti. Ama konuşmuyor, yine altına yapıyordu, yani yeni doğmuş gibiydi. Doktora bunu söylediğimizde, yeni doğmuş gibi her şeyi yeniden öğreteceksiniz diyorlardı. Konuşmanın haricinde, dediklerimizi anlar ve itaat eder bir haldeyken, bazı günler ben odaya girdiğimde bana bakıp gülmeye, el çırpmaya başladı. Görüyor diye seviniyorduk, ancak tekrar aynı duruma dönüyordu.

Dayısı ona kırmızı bir motosiklet almıştı. Bir sabah kalktım, odaya sessizce girdim. Annemin kucağında oturmuştu, annem sobanın kenarında üstünü giydiriyordu. Ben çok sessiz girdiğim halde bana gülmeye, el çırpmaya başladı. Kırmızı motoru yerde yürüttüm, annemin kucağından indi, motorun peşinden gitti, aldı ve baktı. Sevinçten deliye dönmüş vaziyette başka bir oyuncak gösterdim, ona doğru emekledi ve gidip aldı. Yani gözleri görüyordu ve ondan sonra hep gördü.

Allah’ıma dualar, kurbanlar… Evde bayram havası esiyordu, hemen kocama haber verdim, geldi. Daha önce de görüyor zannettiğimde çağırmıştım ama, görmesi geçmişti, yine öyle zannederek gelmişti. Ama yaptığı muayeneden haklı olduğum ortaya çıktı. 4 aylık körlükten sonra Arda iyileşmişti. Artık iyi oldu diye seviniyorduk, keyfimize diyecek yoktu. Ama hayatın daha sonra neler göstereceğinden haberimiz yoktu.

Arda’nın gelişmesinde hiçbir fark yoktu. Sadece yeniden yürümeye başlamıştı, konuşmuyor, isteklerini anlatamıyor, o yüzden bazen çok hırçınlaşıyordu.

Doktor, “Arda’nın yaşadığı bir seneyi saymayacaksınız, yeni doğmuş farz edeceksiniz, sonra arayı kapatır” dedi.

Nihayet 17 Aralık 1965’te beklediğimiz bebek geldi. O da erkekti, adı Tolga oldu. Bir hafta sonra trenle Erzurum’a döndük, evimize kavuştuk. Arda’yı da yeni doğmuş kabul etmiştik, ancak ikisi arasındaki fark çok çabuk ortaya çıkıyordu. Tolga bir yaşına geldiği zaman Arda’yı geçmişti bile. Oyun oynarlarken daima Arda’ya, “O öyle olmaz böyle olur” diyerek öğretiyordu. Ama Arda’nın algılaması çok yavaştı. Çişini bile söyleyemiyordu, konuşmuyordu.

1967 yılının Ağustos ayında kocam yine Gülhane’ye baş asistan olarak tayin edildi. Ankara’ya yerleştik. Onları çocuk bahçesine götürüyor, yeni bir şeyler öğretmeye çalışıyorduk. Arda tek-tük kelime öğrendi. Tolga onun daima yanında ve öğretmeni oldu.

Bir gün Gönen Anaokuluna gittik. Kocam orada bir hasta muayene edecekti. Ben de sınıfları gezdim. Gördüm ki Arda, yaşıtlarına göre çok geri, çok üzüldüm, ağlamaya başladım. Sahibi Ayhan Bey niye ağladığımı sordu, anlattım. “Sen onu bize yolla, burada yaşıtları ile açılır” dedi.

Her sabah servis alıp götürüyor, akşam beşte getiriyordu. Okulu çok sevmişti. Ama diğerleri arasında eziliyordu. Tolga’yı da oraya yazdırdık, “Sen abisin, kardeşini koru” dedik. Beraber gidip geliyorlardı, bir gün ellerinde bir kağıtla geldiler. Okula doktor gelmiş ve muayene etmiş, ikisinin de sırtında iki-üç adet suçiçeği çıkmış. Tabii eve kapandık. Her ikisi de hafif derecede geçirdiler ve yine okula başladılar. Bu arada tuvalet terbiyesini öğrettik, bezden kurtuldu. Okulda plastrin çalışması yaptırıyorlardı, kalem tutmasını öğrendi, resim yapıyordu, yemeğini kendi kendine yemesini öğrendi. Hatta ufak yardımla kendi giyinip soyunuyordu. Bu gelişme 6 aylık bir dönemde olmuştu, demek ki arayı kapatacaktı. Ama Mayıs ayında yine ikisi birden kızamık oldular. Tolga çok hafif, bahçede oynayarak geçirdi. Arda ise 40-42 derece ateşle, yatakta baygın, buzlu sular içinde sayıklayarak geçirdi. İyileştikten sonra iştahı kapanmıştı ve çok zayıflamıştı.

Kocam bizi Kanlıca’da olan görümcemin yanına götürdü. İki ay sonra izin alıp gelmek üzere geri döndü. Görümcem bize çok iyi bakıyor, bilhassa Arda ile çok meşgul oluyordu. Arda yavaş yavaş kilo aldı, yeni kelimeler öğrendi. Bazen durup dururken gözleri bir noktaya takılıp 3-4 saniye duraklamaya, arkasından derin bir uykuya dalmaya başladı. Bu hal hemen hemen her gün oluyordu. İstanbul’da doktora götürdük, geçirdiği ateşli kızamıktan ve önceden geçirdiği ansefalitten dolayı sara nöbetleri başlamış. Beyindeki bozuklukları, çekilen EEG’ye göre ilaçlarını ayarlayıp kontrol etmek üzere eve döndük. İlaçlarını muntazam olarak vermemize rağmen nöbetler kesilmiyor, bilakis günde 3-4 defa geliyordu.

Ankara’ya dönüp Hacettepe Hastanesi’ne götürdük. Orada da aynı sonuca varıldı, ilaçlar değişti ama nöbetler daha da sıklaşmaya başladı. Okula devam ediyordu, ancak orada da günün büyük kısmı uykuda geçiyordu.

En küçük bir iyilik büyük sevinçlere dönerken, bir nöbet bin kedere boğuyordu bizi.

1970 yılının Temmuz ayında, kocam Belçika’da Mons kasabasındaki Amerikan Hastanesi’ne atandı. Oraya gitmek üzere hazırlık yaparken, daha önce de mektuplaşıp tavsiye ettikleri ilaçları kullandığımız ama bir fayda göremediğimiz İsviçre sara hastanesinden randevu aldık. Belçika’ya giderken önce oraya uğradık. Doktor bizi dinledi, EEG çekti ve bizim yolladığımız EEG’lerin yanlış çekildiğini, tellerin ters takıldığı için beyindeki bozukluğun sağda değil solda olduğunu söyledi, yeni ilaçlar verdi. Biz Brüksel’e devam ettik. Nöbetler kontrol altına alındı, ayda bir defa gelmeye başladı, ama bunlar pötimal denen küçük nöbetlerdi. Hayatımız yine normale dönmeye başladı.

O tarihte Arda 6, Tolga 5 yaşında idiler. Arda’yı gören onu normal zannedecek kadar iyiydi. Tolga’yı yaşı gereği Amerikan Anaokuluna verdik. Arda’yı da üç Amerikalı mongol çocuğun eğitim gördüğü bir sınıfa verdik. Fakat Arda onları taklit etmeye, ağzını devamlı açık tutmaya başladı, salyalarını akıtıyordu. Orada alıp Mons’da özel eğitim yapan okulun olup olmadığını araştırmaya başladık. Bize yardımcı olan bir tercümanın yardımıyla Mons’da bir okula gittik. Bir dosya açtılar, gayet güler yüz ve ilgi ile cevapladığımız sorulara bakarak bize, “Yanlış okula geldiniz, burası bedensel engelliler okulu, ben bu dosyayı ilgili yere göndereceğim, siz oraya gidin” dediler. Adres alıp teşekkür ettik ve ayrıldık. Biz tercümanın bir gün ayarlamasını beklerken kapı çalındı, kapıda bir ambulans, içinden beyaz önlük giymiş bir hanım indi. Fransızca bir şeyler söyledi. Sadece “Arda Tané ve “okul” kelimelerini anladım. Arda’yı aldı, ambulansa bindi ve 4’de geleceklerini söyleyerek gitti.

Arda okula severek gidiyor, yaptığı bazı çalışmaları eve onurla getiriyordu. Ben bir hafta sonra okula gittim, tabii ki o güne kadar Türkiye’de böyle bir okul yoktu. Tek katlı harika bir okuldu, her sınıfta en fazla beş kişi, hepsi Arda ayarında çocuklar öğretmenleri ile ders yapıyorlardı.

Öğretmen, müdür ve ben yarı İngilizce, yarı Fransızca okulun bedava olduğunu, yalnızca senede 20 Frank –ki çok az bir para- süt parası aldıklarını, devletin her şeyi karşıladığını anladım. Arda’nın yazı yazmak için zorlandığını, bunun problem olmadığını, biraz daha deneyip daktiloda yazdıracaklarını ilave ettiler. İki sene oraya devam eden Arda, Fransızca’yı anlar ve tek tük cevap verir hale geldi diye rapor yazıp verdiler. İstersek orada yatılı kalabileceğini de söylediler. Biz çocuğumuzun hasretine dayanamayacağımızı söyleyip Arda’yı alıp geldik. Kocamın tayini yine Ankara’ya oldu. Geldiğimizde okullar açılmıştı. Tolga, kolej 2. sınıfa gidebilecekken Arda için normal okula gönderildi. Hala onu koruması için yönlendiriliyordu. Arda’yı özel alt sınıfa vermek için türlü mücadelelerden geçtik. Gittiğimiz rehberlik bürosu, doğru dürüst test yapmadan, bu çocuk okumaz deyip geçiyorlar. Arda’nın Belçika’dan verilen raporunu tercüme ettirip götürerek ve sakin sakin rica ile konuşarak özel alt sınıfa girmesi için bir hafta denenmesini sağladım. Nihayet insafa gelip 15 gün denenen Arda, bize yakın olan Hürriyet İlkokulu’na özel alt sınıfa kayıt oldu. Tolga’yı da aynı okulun normal 1. sınıfına yazdırdık. Özel sınıf 5 sınıf bir arada, 20 çocuk hepsi ayrı düzeyde, kimi resim, kimi yazı, kimi matematik yapıyordu.

Çocuklar o yaşlarda çok acımasız oluyorlar. Bunu okula gittiğim, normal çocukların özürlülerin arkasından “Geri zekalı, geri zekalı” diye bağırdıklarını, onları sopalarla dürtüp kızdırdıklarını gördüğüm zaman anladım. Öğretmeni ile konuşup normal çocuklara bu çocukların da onlar gibi doğduğunu, ama hasta olduklarını anlatmalarını isteyecektim ki, Tolga okuldan bir karış suratla, gözleri kızarmış olarak geldi. Ne olduğunu sorduğum zaman öğretmeninin bir arkadaşına, “Git geri zekalıların sınıfından tebeşir al gel” dediğini, bunun ona çok dokunduğunu, oysa onun kardeşinin çok iyi kalpli, düşen çocuklara yardım eden, simidini diğerleriyle paylaşan, çok güzel konuşan bir çocuk olduğunu söyledi… ama niye onlar böyle yapıyorlardı?..

O akşam kocamla, artık Tolga’ya her şeyi baştan anlatıp sen ağabeysin deyip Arda’nın peşinden koşturmamaya, onun küçük, Arda’nın ise daha büyük olduğunu anlatmaya, onun yolunu ayırmaya karar verdik. O sene Tolga 3. sınıftan sınavı kazanarak koleje geçti. Arda, “Ben de koleje gideceğim” diye tutturdu. “Tolga imtihana girdi ve kazandı, sen de kazan, gir” dedik, tabii ki yapamayacağını bildiği için sustu. Bu okulun Arda’ya hiç faydalı olmadığını bildiğimiz halde onu memnun etmek için yolluyorduk. O zamanlar şimdiki gibi özel okullar yoktu. Daha Belçika’ya gitmeden önce bir özel alt sınıf öğretmeni ile tanışıp Arda’ya haftada 3 gün 1 saat ders aldırıyorduk. Abla öğretmen dediği Hatice öğretmeni çok seviyor, onunla zevkle çalışıyordu. Tolga ilk kısmı bitirip kolejin orta kısmına geçince Arda da, “Ben de mezun oldum, ortaokula gideceğim” diye tutturdu. Hatice öğretmen de o sene evlenip İstanbul’a yerleşti.

Arda’ya, o sene Çankaya’ya taşındığımız için başka okul aramaya başladım. Birisinden Etlik’te “Öğretilebilir Çocukları Koruma Derneği” adında bir okul olduğunu öğrendim. Hemen Arda’yı alıp derneğe gittim. Dernek binası iki katlı, bahçe içinde, ağaçlarla çevrili çok güzel bir binaydı. Alt kattaki odaya girdiğim zaman bir masada yazı yazan orta yaşlı bir hanım gördüm. Daha genç bir hanım beni karşılayıp ne istediğimi sordu. Ona Arda’yı tanıştırıp buraya yollamak istediğimi söyledim. Bana okulun psikologu olduğunu söyledi ve programı anlattı. Arda’nın okuma-yazma eğitimi aldığını, hecelemeye başladığını, bunu devam ettirmelerini istedim. Büyük masada oturan, girdiğimden beri başını kaldırmayan bayan, “Okuma-yazma öğrenip de ne yapacak, sanki okuduğunu anlayacak mı?” dedi. Bu hanıma fena halde kızmıştım, ama hiç sesimi çıkarmadım, Psikolog hanıma yavaşça kim olduğunu sordum. Dernek Başkanı Makbule Ölçen olduğunu öğrendim. Böyle bir düşünce ile çalışan bir insanın okulundan ne fayda geleceğini uzun süre düşündüm ama, Arda ortaokul deyip hevesle gidiyordu.

Daha sonraki senelerde ben de Derneğe üye oldum. Makbule Hanımın çok haklı olduğunu gördüm. Hakikaten yaşı büyüdükçe, zeka yaşı yerinde kaldığı için gerileme arttı. Okumayı unuttuğu gibi, okuduğunu da anlamıyordu.

Arda günler geçtikçe okuldan çok hoşlandı ve uzun seneler devam etti. Beden yaşı büyüyüp gelişirken zeka yaşı yedide kalmıştı. Arda’ya, tatile gittiğimiz zaman yüzme öğretmiştik. Yüzmeyi çok sevmesi bana kış aylarında da yüzmeye devam etme fikrini düşündürdü. Anıttepe Yüzme Havuzuna gittim. Buraya körler, sağırlar, ortopedik özürlüler devam ediyordu. Antrenör ile konuştuğum zaman, şimdiye kadar hiç zihinsel özürlü çocuk almadıklarını söylediler ve nasıl söz geçireceklerini bilmedikleri için almak istemediler. Ancak ben çok ısrar ettiğim için, benim de yanında olmam koşuluyla kabul ettiler. Havuzda çok güzel yüzüyor, özürlü yarışmalarına katılıyor, tabii ki tek zihinsel özürlü çocuk olduğu için altın madalya alıyordu. Daha sonraki senelerde Arda’nın gittiği dernekten ve diğer okullardan zihinsel özürlü çocuklar da yüzmeye gitmeye başladılar. Ben de boş geçen günlerimi değerlendirmek için Öğretilebilir Çocukları Koruma Derneği’ne üye oldum. Kermesler yaparak, yardım toplayarak yardımcı oluyordum.

Her annenin olduğu gibi benim de en büyük sorunum, bizler öldükten sonra çocuklarımızın ne olacağı idi. Bu düşünce ile Derneğimiz, Zihinsel Yetersiz Çocukları Yetiştirme ve Koruma Vakfı’nı kurdu. Gölbaşı’nda bulunan arsaya üç bina yaptırarak eğitime başladı. Okuldaki eğitim çok iyiydi ancak devamlı yatılı binası henüz yapılmamıştı, zorda kalınan günlerde çocuklar geçici olarak bırakılabiliyordu.

Arda havuzda yüzmeye haftada iki gün olmak üzere devam ediyordu, çocuklar çoğaldıkça antrenör sayısı da artıyordu. Arda’ya sara nöbetleri geldiği için antrenör devamlı olarak Arda’yı izler, gözünü üzerinden ayırmazdı.

Arda yine Dernek okuluna gidiyordu. Kardeşi üniversiteye başlayınca, “Ben de üniversiteye gideceğim,” demeye başladı. Ben de “İmtihanı kazan sen de git” diyerek oyalamaya çalışıyordum.

Nihayet bir gün Vakıf yönetiminden Ülay Hanım, Arda’yı Vakıf okuluna getirmemi istedi. Arda okula gelince Ülay Hanımı gördü ve ona “Allah senden razı olsun, seni gökte ararken yerde buldum, benim de üniversitem artık burası” dedi.

Biz, çocukları Vakıf okuluna giden dört arkadaş, çocuklarımızın biz öldükten sonra kalabilmeleri için her ay 100 Dolar biriktirerek, Vakfın arsası içinde bir ev yaptırmaya karar verdik. Bu ev bittiğinde, küçükken kardeşlerinin sorumluluğunu yüklenen sağlıklı çocuklarımız, bizlerden sonra kendi hayatlarını “kardeş sorunu” olmadan yaşayabileceklerdi.

Seneler çabuk geçiyordu. Tolga üniversiteyi bitirmiş, mühendis olmuştu. Deniz ile evlenmek istedi, çok sevinmiştik, karı koca tek göreceğimiz mürüvvetti. Fakat Arda’nın da evlenme isteği başladı. “O benim küçüğüm, evleniyor, ben de bari küçüğü ile evleneyim” diye tutturdu. Etraftan, “Sen ne zaman evleneceksin Arda?” diyenler onun bu isteğini kamçılıyordu ve o ısrarla evlenmek istiyordu. Her seferinde, “Sen evlenirsen ben yalnız kalırım, üzülürüm” diyordum. Benim üzülmemi hiç istemezdi, “Peki” der, susardı. Bu sorunumuzu da iyilikle atlattık. Düğünde de damat gibi giyindi. Deniz’in kardeşi ve diğer tanıdıklarla dans etti.

Bir beş sene daha geçti. Kızımız Deniz bir erkek çocuk doğurmuştu. İstanbul’da oturuyorlardı. Arda ile yanlarına gitmiştik, kocam Ankara’da görevinin başındaydı. Bir hastanın üzerine attığı asit nedeniyle yanmıştı, hemen Ankara’ya döndük. Arda halasında kalıyor, okuluna gidip geliyordu. Ben hastanede kalıyordum. İlk günler daha iyi olan kocamı görmesi için Arda’yı hastaneye getirdiler. Babasıyla konuştu, geçmiş olsun dedi, çok üzülmüştü. 30 gün sonra ağırlaşan kocamı görmesi Arda için iyi olur dediklerinde hastaneye tekrar geldi. Kocama artık felç gelmiş, konuşamıyordu, yoğun bakıma alınmıştı. Arda, yengesi Deniz ile babasını görmek için gelmişti. Odadan içeri girince büyük bir şaşkınlıkla, “Aaa… Ne oldu babacığım?” diyerek koştu, yatağının etrafında dolaştı. Ellerini kaldırıp dokunmak istiyor, ancak kırılacakmış gibi bir hisle dokunamıyordu. Ben ona, “Baban iyi olacak, eve git dua et,” dedim. Babasını okşadı, öptü, hemşire kıza, “Ne olur babama iyi bak,” dedi. Bu, Arda’nın babasını son görüşü oldu.

10 gün sonra kocam öldü. İstanbul’dan akrabalar, arkadaşlar geliyordu, Arda önce her şeyden habersiz olarak kapıları açıyor, buyurun diyor ve gelenlere neşeli bir şekilde hal hatır soruyordu. Bir ara baktım, durgun bir hal aldı. Görümceme bakan yardımcı kadına, “Başın sağ olsun ne demek?” diye sormuş, o da anlatmış. O günden sonra Arda bambaşka bir kişi oldu. Ertesi gün okula gitti, daha önceden hazırlıklı olan psikolog onunla konuşmuş. Akşam eve geldi ve bana, “Anneciğim ağlama, artık ben bu evin babasıyım, sana ben bakacağım” dedi. Hakikaten gelenlere ev sahipliği yapıyor, benim yanımdan hiç ayrılmıyordu. Konuşmaları son derece mantıklı olmuştu.

Arda her sabah okula gidiyor, yüzmeye devam ediyordu. Yavaş yavaş ortalık sakinleşti, herkes evine gitti, biz Arda ile yalnız kalmaya başladık. Bana son derece sahip çıkıyor, korkmayayım diye gece benimle yatıyordu. Ben dua okurken o da elini açıp “Amin!” diyordu.

Kocamın ölümünden iki ay sonra sabah Arda okula gitmek için hazırlandı, o gün yüzme vardı, yüzme çantasını hazırladı. Dönüş için yol parasını verdim, ama o bana, “Beni sen al,” diye ısrar etti. Ben de, “Söz geleceğim, ama para yanında olsun,” dedim. Akşama salçalı sosis istedi ve başı arkada, “Anne ne olur akşam beni sen al, unutma” dedi, öpüp el sallayarak yolladım.

Arkadaşım Nevin telefon etti, “Ben saçlarımı boyatmaya kuaföre gideceğim, sen de gel,” dedi. Dört aydır boyanmayan saçlarım çok kötüydü, ben de onunla kuaföre gittim. Saçım boyandı, tarandı. Birden içimi tuhaf bir sıkıntı kapladı, saate baktım, 2.30. “Geç kaldım, Arda’ya söz verdim,” diyerek dükkandan ağlayarak fırladım. Belki eve gelmiştir diye eve geldim yok, komşulara sordum yok. Havuza telefon ediyorum meşgul, arkadaşlarıma telefon ediyorum meşgul, okulu arıyorum meşgul. Bana “gel” demişti, havuzdadır diye arabaya binip havuza gittim. Kapıdan içeri girdim, kalabalıktı, antrenörü beni karşıladı, televizyon, kamera ışıkları gözümü aldı, her şey karardı.

Kendime geldiğim zaman onun yattığı odada, yanı başındaydım. Dokunamadım, çünkü gözleri kapalıydı, uyandırmaktan korkmuş gibiydim. İşte hayatta 10 senedir unutamadığım, unutamayacağım gerçek. O benim unutup gidemediğim 31 yaşındaki bebeğim. Öğretmeni Arda tam havuzdan çıkarken gitmiş, çok sevdiği hocasına, bir kere atlayıp yüzmesini göstermek istemiş, antrenör, “Peki ama sonra giyinmeye git,” demiş. Herkesin önünde havuzun kenarından, “Allah, ya Allah” demiş ve atlamış ve bir daha çıkamamış. Havuzdan çıkarmışlar, doktor gelmiş, ama boşuna.

Ertesi gün yapılan otopsi sonucu “Diyafram sıkışması” idi. Ondan hatırladığım son anı: Hastaneye morga gittik, hoca “Son bir defa görmek ister misin?” dedi. “Evet,” dedim. Tabutun kapağı baş kısmından açıldı, pamuklar kadar beyaz bir yüz, iki tane siyah kıvrık kirpik. Alnından öptüm, hala dudaklarımda, unutamadığım buz gibi soğuk teni.

Size Arda’nın hayat hikayesinin önemli safhalarını yazdım. Benim de her özürlü annesinin çektiği, etrafın yabancı yaratık görmüş gibi hayretle baktıkları zamanı, çocuğun nesi var, buna ne oldu soruları, eğitimde çekilen sıkıntıları, hastanelerde çekilen sıkıntıları, diğer kardeşin, kardeşine gösterilen bakımın daha fazla olması nedeniyle, kendisinden daha fazla sevildiği görüşü, bilhassa buluğ çağında çekilen zorlukları, akrabalar arasındaki çocukların ona davranışı, onun yüzünden ailedeki çıkan sorunları, etraftaki esnafın yaptığı hareketleri ve sözleri içime gömdüm; sizi daha fazla üzmemek için yazmadım. Bazı insanlar hayata üzülmek için gelirmiş, biz özürlü anneleri de onlardan biriyiz.

Ayla Tan (Ankara)