Çocuk Hastanesi

– Ahmet’i yeni bir tedavi denemesi için hastaneye yatırmalıyız efendim. Kısa süreli…

Nesli inanmazlıkla baktı doktora. Doğru muydu duydukları?.. Olamazdı böyle şey… Onu ayıramazlardı oğlundan, çektiği onca acının üstüne. Alacağı yanıtı bile bile sordu, bebeğine daha sıkı sarılırken,

– Gerekli mi bu Doktor Bey?,

– Korkarım öyle efendim. Ama sanırım siz Ahmet’ten ayrılamayacaksınız.

Bir umut belirdi içinde,

– Ayrılamam Doktor Bey…

Anlayışla başını salladı doktor. Uzun yılların deneyimi ve bilimselliğin verdiği ağırbaşlılıkla, tane tane anlattı,

– Bakın Nesli Hanım, biliyorsunuz hastanın yakınını kesinlikle almayız hastaneye. Ancak Ahmet’e uygulanacak tedavi sonucu çocuk her an komaya girebilir. Bu nedenle başında yirmi dört saat bir görevlinin beklemesi gerekli. Oysa yeterli eleman yok elimizde. Tek yataklı bir tane odamız var. Oraya sizi, Ahmet’in annesi olarak değil, hemşiresi gibi alacağız.

Rahatlayıverdi Nesli. O anda durumun önemini bile kavrayamadı. Ahmet’i almayacaklardı elinden. Oğlunu korurdu o. Sesi daha güçlü çıktı,

– Peki Doktor Bey. Ne zaman gelelim?..

Evde, darmadağınık Ahmet’in odası. Divanın üstünde açık bir valiz… Ahmet’in giysileri oraya buraya atılmış. Nesli ortada, ayakta, devinimsiz… Başının içinde yüzlerce zil… Her biri ayrı sesle çalıyor, durmadan çalıyor. Nesli şaşkın… Boş valize baktı uzun süre, kendini tanıyamadan. O… Nesli… İki çocuk annesi…On beş yıldır işiyle evi arasında koşmuş, evinin de, işinin de gereklerini aksatmadan yürütmüş deneyimli kadın. Yüzlerce kez valiz toplamış. Ne yapacak, ne alacak yanına?.. Şaşkın baktı boş valize… Sonra birden toparlandı. Güçlü kadındı o,

– İyi olacak, dedi kendine, oğlumun kötü yazgısı değişecek. Bu gidişin dönüşü mutlu olacak…

Düşünmedi sonrasının. Bütün zilleri susturdu başının içinde çalan. İvedi topladı giysilerini Ahmet’in. Çıkarken dönüp bakmadı ardına. Dayanamayacaktı.

Hastanede bir kenarda durup bekledi Nesli. Kucağında Ahmet’in gitgide ağırlaşan gövdesi sıcacık. Nihat, odadan odaya koşup durdu. İçindeki kaygıyı, büyük acıyı elindeki kağıtların arasına gizleyip. Bitmez gibi görünen işlemler bitti sonunda. Nihat kucağına Ahmet’i, eline valizi aldı, yürüdü. Nesli bakışları bomboş izledi onları, çevresini hiç görmeden. Hastanenin tek yataklı tek odasına girdiler.Nihat valizi yere bıraktı, Ahmet’i yatağa. Öptü oğlunu. Bir kez daha, bir kez daha öptü,

– Yarın gelirim, dedi, çıktı gitti. Nesli’yi öpmeden…

Hastane odası… Bir büyük dolap, bir küçük dolap, bir divan ve bir yatak… Yatakta Ahmet, kendi oğlu… Kocaman yatakta küçücük… Annesine bakan şaşkın gözleri iri, parlak… Dayanılmaz bir suçluluk duydu Nesli. Getirmeseydi keşke onu buraya. Hastane yatağıyla tanışmak için çok küçüktü oğlu. Sonra birden çılgın gibi dolanmaya başladı Ahmet’in çevresinde. Saatlerce didindi, kendini oğluna bağışlatmak istercesine. Yedirdi, giydirdi, oynattı, güldürdü. Gittikçe yorulan bedeni sızlarken yavaş yavaş sakinleşti, duygularını bastırdı. Oğlu hastaydı. Esenlik kazanmaya gelmişti bu çatının altına. Ahmet uyudu, Nesli divanda oturdu, kaldı. Bomboş, sessiz…

– Hemşire Ablaa!.. Hemşire Ablaa!..

Derin bir düşten uyanır gibi doğruldu Nesli yerinde. Dışardan gelen sesi dinledi,

– Hemşire Ablaa!.. Hemşire Ablaa!..

Bir çocuk sesiydi bu. Güvensizlik, acı, korkuyla kısılmış bir çocuk çığlığı. Ayağa kalktı Nesli elinde olmadan. Bocaladı. Ahmet’e baktı, sakin uyuyor.

– Hemşire Ablaa!.. Hemşire Ablaa!..

Ahmet’i unutuverdi. Ok gibi fırladı koridora. Sesin geldiği karşı koğuşa… Bir çocuk ağlıyordu. Sekiz yaşlarında bir erkek çocuğu… Kolunda serum takılı. Nesli koştu yanına,

– Söyle yavrum, ne istiyorsun?..

Kuşkuyla baktı çocuk Nesli’ye,

– Hemşire Abla nerede?,

– Hemşire Abla uzakta oğlum. Bana söyle,

– Çok çişim geldi, duramıyorum,

– Hemen geliyorum…

Nesli sessizce koştu koridor boyunca. Banyo ne denli de uzak… Elinde sürgü, geldi, annelik içgüdüsüyle sürüverdi altına iğrenmeden. Sürgüyü çekti oğlan rahatlayınca. Teşekkür etmedi çocuk, kahverengi gözleri de gülmedi.İşte o zaman ilk kez çevresine baktı Nesli. Sarsıldı birden… Aman Tanrım!.. Yataklar dolusu çocuk vardı burada. Yataklar dolusu hasta çocuk… Kiminin başında, kiminin kolunda serum… Hepsi aynı odada, ama her biri, gökte asılı yıldızlar kadar birbirinden uzak, yıldızlar kadar yalnız ve mutsuz. Bir inilti geldi dipteki yataktan: “Anneciğim gel!…” Derin bir utanç duydu Nesli, koğuşlar dolusu annesiz çocuğun arasında, oğlunun yanında bulunmaktan. Sürgüyü yerine götürdü, koridor boyunca başı önünde, utancını ayaklarının dibine akıtarak yavaşça odasına süzüldü, kapıyı kapadı. Uyuyan Ahmet’e bakamadı.

Saatler geçti. Ahmet’le dolu, Ahmet’le kucak kucağa saatler… Hemşire geldi. Kırk çocuğun sağaltımından, bakımından yorgun. Ama sevecen, güleç… Kan aldı. Ahmet, kendisini seven, öpen beyazlı ablanın, canını yakmasından şaşkın, bastı çığlığı. Nesli alışkındı iki yıldır iğnelere, kanlara. Çabucak avutuverdi oğlunu.

Gece yavaşça indi Başkentin üstüne. Işıklar önce tek tek yandı, sonra hepsi birden. Pencereden baktı Nesli, kucağında Ahmet. Orada öylece durdu, içeriyle dışarıyı düşündü. Koridorda sesler dindi yavaş yavaş. Ahmet uyudu. Hemen hemen bütün çocuklar uyudu. Uykusu yok Nesli’nin. Böylesi daha iyi. Oğlunu bekleyecek o, uyumayacak. Yavaş yavaş soğuk bir el yürümeye başladı bedeninde Nesli’nin, gittikçe büyüyen korku içinde dal budak sararken. Ne demişti doktor? Komaya girebilir.Ya girerse komaya Ahmet?.. Ne yapar o zaman?.. Ah, Nihat olsaydı şimdi yanında…

– Tanrım, ne olur sabah olsun, dedi fısıltıyla, kentin ışıklarına bakarak. Korkuyordu, ölecekmiş gibi korkuyordu. Zorladı kendini, sağduyuyla düşünmeye çabaladı. Ne yapardı komaya girerse Ahmet? Komaya girip girmediğini nasıl anlar da, koşup nöbetçi doktora… Nöbetçi doktor?.. O yakında mı, gelir mi hemen?.. Yeterince ilgili mi?.. Yeniden ürperdi sırtı, sıcak yaz gecesinde. Dayanamadı, kendini koridora attı.

Nöbetçi doktor oradaydı, yakında. Nesli dikkatle baktı ona, bilgisini ölçmek ister gibi. Bu gece tutunabileceği tek daldı o. Çok gençti doktor, oldukça yakışıklı. Önündeki kağıtlara bir şeyler yazıyordu. Görevinin bilincinde olduğunu anlatmak istercesine, kaşları hafif çatık…

“Kim bilir,” diye düşündü Nesli, “belki de sevdiği kızı düşünüyor, ya da yarın gideceği bir partiyi…”

Ayaküstü, fısıltıyla konuştu onunla. Doktor yatıştırdı kaygılı anneyi, birkaç kısa tümceyle,

– Üzülmeyin, ben buradayım sabaha dek. Uyumayacağım. Her zaman böyle olmaz burası. Arada uyuruz da biraz. Ama şu sıra ağır, ölümcül hastalar var. Uyuyamam bu gece.

Yoo, hayır. Sevdiği kızı düşünmüyordu bu genç adam, en azından bu gece. Tek kaygısı, ölümcül hastalarıydı.

Nesli sessizce ayrıldı doktorun yanından. Bir çekiç, acı veren darbelerle vurmaya başladı beyninin içine: “Ölümcül hastalar… Ölümcül… Ölümcül…” Geçmişi düşündü Nesli. Hastanelere alışkındı o. Taa genç kızlığından beri… Pek çok yakınının yanında kalmıştı. O zamanlar hastane bambaşka duygular uyandırırdı onda. Hastaneyi, hastalıklardan arınıp esenlik, mutluluk dolu dünyaya atlanan eşik gibi görmüştü hep. Başka hastalar da tanımıştı. Ölümcül hastalar… Üzülmüştü de… Ama böylesi değil. Ters düşen bir şeyler vardı burada. Burası çocuk hastanesiydi. Bu çocukların yeri bu koğuşlar değildi, parklardı, bahçelerdi. Kollarına serum boruları değil, uçurtmaların ipleri dolanmalıydı. “Çocuklar birer çiçektir,” demişti adını anımsayamadığı bir ozan,

“Haksızlık bu,” diye düşündü. Bu bina, açmadan solan çiçeklerle doluydu.

Remziye’yi o gece tanıdı Nesli, gün ağarırken. Samsun’lu Remziye… Kalp hastası. On dört yaşında. Gözlerinde korku yuvalanmış. Ameliyat olacak. Güzel değildi, kibar da değildi. Hiç benzemiyordu, arkadaşlarının, özenle giyinip salına salına genç kızlığı oynayan kızlarına. Oysa içi yana yana sevdi Nesli Remziye’yi. Avuttu onu, güçlendirmek istedi. Gelecek güzel günlerin öyküsünü anlattı. İnanmasa da gülümsedi Remziye, korkusunu içine gömüp. Bedeninde yeni yeni başkaldıran kadınlık onuru, önledi onun açılmasını, karşısındaki bu yabanıl kadına. O, annesi değildi ki, başını dizlerine koyup ağlasın…

Esen’i öğleye doğru getirdiler, karşı koğuşa yatırdılar. Nesli kapıda öylece durmuş, koridora bakıyor, düşünüyordu. Doktor gelmişti sabah. Hoca… Ahmet’in doktoru… İki yıl önce, Nesli’nin kendisini tanıdığı o ilk acı dolu günkü kadar sakin, yakın, güven vericiydi. Ayaküstü kısacık konuşmuşlardı. İyiydi Ahmet henüz. Komaya da girmemişti. Doktor umut dolu gitmiş, Nesli umut dolu odada kalmıştı. Hafifleyivermişti içi. Kapıda ayakta durmuş düşünüyordu, koridora bakarken. Geçecekti bu acılar. Düzelecekti Ahmet’in sağlığı. Kim bilir, belki bu kez…

İşte o sırada Esen’i getirdiler. Annesi koğuşta kızını giydirirken babası koridora çıktı. Nesli’yi görünce seğirtti yanına,

– Annesini bırakmıyorlar yanında. Siz burada mısınız yenge? İlgilenir misiniz kızımla, bir istediği olursa?..

Nesli yatıştırdı onu,

– Kaygılanmayın, buradayım ben, bakarım ona. Nesi var?..

Bir çırpıda anlattı adam, yanaklarından akan yaşları silmeden, gizlemeden. Balıkesir’de memurmuş. Üç çocukları varmış. En büyükleri Esen’miş. Onun yeri bir başkaymış. İlk çocuklarıymış o. Yuvalarında açan ilk çiçek, öten ilk yavru kuş… Lösemi olmuş. Lösemi, kan kanseri yani…

“Tanrım!,” diye düşündü Nesli, “Tanrım, neden?..”

Adam sürdürdü soluk soluğa. Bir iğnesi varmış, damardan, her gün yapılan. Nasıl olmuşsa olmuş, damar mikrop kapmış. O incecik, narin kol şişivermiş davul gibi, mosmor. Hemen kapıp Başkent’e getirmişler.

Başını önüne eğdi Nesli. Dudakları kıpırdadı, ama hiç ses çıkmadı ağzından,

– Geçmiş olsun…

Onlar birbirine dayanmış, koridorda uzaklaşırken arkalarından baktı Nesli. Zavallı ana-baba, zavallı Esen. Esen… Kimbilir ne mutlu, nasıl esenlik dolu bir yaşam düşlemişti bu kadınla adam, ilk çocuklarına bu adı verirken. O yaşamın on bir yaşında noktalanacağını bilmeden…

“ Off Nihat, çabuk gel…”

Zaman hızla geçti. Ahmet’in gereksinimleriyle dopdolu saatler. Ahmet’in ve öteki çocukların… Konuk saati geldi. Anneler, babalar tek tek girdiler içeri. Koğuşlardaki yüzler tek tek güldü, yakınmalara, sızlanmalara karşın. Nihat eli kolu dolu girdi odadan içeri. Temmuz güneşinin ısıttığı bedeni terli. Gömleğinin arkası ıslak. Babasını görüverince sevinen Ahmet’i kucağına alırken sordu Nesli’ye,

– Nasılsın, oğlan iyi mi?.. Üzdü mü seni?..

Nesli çarpık çarpık gülümsedi. Yalnızca Ahmet miydi onu üzen?.. Ama anlatmadı Nihat’a. Remziye’yi, Esen’i anlatmadı. Ötekileri de… Geceki korkularını da… Başını kocasının terli, sıcak, geniş göğsüne yaslayıp ağlamak istedi. Onu da yapmadı. Nihat da Nesli’ye anlatmadı, karısı, çocukları olmadan evin ne denli boş, karanlık, yalnız kaldığını. Duvarların, eşyaların nasıl da anlamını yitirdiğini…

“Keşke Mehmet’i göndermeseymişim ablamla,” diye düşündü Nesli. On bir yaşındaki oğlu arkadaş olurdu şimdi babasına.

Nihat, kucağında Ahmet’le oturdu divana, Nesli de yanına. Acılarını, kaygılarını birbirlerinden gizleyip tutuk tutuk konuştular. Üstünkörü… İki yabancı gibi…

Yemekler güzel mi, yiyebiliyor musun?..

– Beni düşünme sen. Bir şeyler atıştırıp duruyorum gün boyu. Sen de iyi bak kendine. Dolapta yemek var, ısıt ye. Ben evde yokum diye boş verme sakın,

– Tasalanma, yerim. Zaten Ertanlar da bırakmıyor beni. Benden istediğin bir şey var mı? Alınacak filan?…

Termosu gösterdi Nesli,

– Çay getir bana, oğlana da bisküvi. Haa, bir de… Hüseyin var. Çocuk… Hasta… Elma istedi bu sabah. Ailesi bırakıp köye dönmüş. Kalacak yerleri yokmuş da burada. Doktora sordum, yiyebilirmiş. Bir kilo da elma alıver…

Bir saat… Yerine göre uzun, yerine göre ne denli kısa. Nihat kayan bir yıldız gibi akıverdi dış dünyaya. Ahmet ağladı babasının ardından, Nesli ağlayamadı. Oğlunu kucağına alıp koğuşlara gitti.

Hastaneye geldiklerinin üçüncü gecesi uykuya yenildi Nesli. İçtiği bardaklar dolusu çaya karşın…

“Biraz uyusam,” diye düşündü, “bir saatçik uyusam…”

Sabah yaklaşırken Ahmet’in yanına büzüldü. Oğlunun sıcacık bedenine sarılıp bırakıverdi kendini uykunun dingin, dalgasız, çırpıntısız denizine…

– Zeynep… Zeynep… Zeyneep…

Nesli gözlerini açtı. Dışarıda bir şeyler oluyordu. Koşuşmalar, telaşlı sesler… Nesli pencereden baktı, yerinden kalkmadan. Karanlık… Gün ağarmamış daha. Bir saat kadar uyumuş olmalı. Ahmet de uyuyor. Öyleyse neler oluyor?.. Yeniden kulak kabarttı,

– Zeynep kayıp Doktor Bey, diyordu hemşire doktorun soran sesine, yatağında yok… Kaçmış…

Zeynep’i anımsadı Nesli. İlk geldiği gün tanımıştı onu. Altı yaşında, astımlı… Serum almıyordu o, yatağa bağlı değildi. Gün boyu koridorlarda dolaşır, hemşirelerle, doktorlarla konuşur, herkesi güldürürdü. Sık sık Nesli’nin yanına da gelirdi. Annesini çağırıp ağlamazdı hiç.

Koridordaki telaş sürüp giderken Nesli kalkmaya davrandı. Birden bir kıpırtı oldu karanlıkta. Nesli divana baktı. Orada, köşede, öylece büzülüp oturan Zeynep suçlu suçlu ayağa kalktı, kapıyı açıp korku içindeki hemşire ablasına gitti.

İçi yandı Nesli’nin. Kim bilir, minicik yüreğinde ne umarsız bir yalnızlık büyümüştü de bu küçük kızın, gece yarısı çıplak ayaklarıyla koşup hiç tanımadığı bu teyzenin yanına sığınmıştı. Dayanamadı Nesli, yalvardı hemşireye,

– Ne olur Hemşire Hanım, yanımda kalsın bu gece. Ben zaten uyumuyorum Ahmet için. Bakarım ona, gerekirse hemen çağırırım sizi…

Hemşire bir Nesli’ye baktı, bir Zeynep’e. Kararsız… Sonunda gülümsedi,

– Kalsın bakalım, yaramaz kaçak…

Kaldı Zeynep. Minicik elleri Nesli’nin elinde, hastane yaşamının belki de en mutlu, en güvenli uykusunu uyudu o gece. Birkaç gün sonra da, annesinin kucağından Nesli’ye atlayıp,

– Ben gidiyorum teyze, iyi oldum, dediğinde, mutlulukla doldu Nesli’nin içi…

– Ahmet’in annesiii… Telefoon…

Nesli kanatlanıp uçtu telefona doğru, ikindi güneşinin aydınlattığı koridorda. Sevgili ablasının uzaklardan gelen, enikonu kaygılı sesiyle karşılaştı ansızın. Denizin kokusunu duydu birden Nesli. Denizin tuzu genzini yaktı, gözleri doldu,

– Biz çok iyiyiz burada ablacığım, dedi umursamaz olmasına çalıştığı bir sesle, siz nasılsınız, Mehmet iyi mi?.. Konuyu çabucak değiştirivermişti ağlamamak için.

Bir dakika mı konuştum, yoksa bir saniye mi?..,” diye düşündü Nesli, kapanır kapanmaz bütün anlamını yitiren aygıta bakarak. Bir öfke kabardı içinde. Parçalamak istediği alıcıyı yavaşça yerine bıraktı, Ahmet’in yanına döndü.

Bir öğle üzeri, Nesli Ahmet’e yemek yedirirken girdi Osman’ın annesi içeri. Nesli mutsuzdu, alabildiğine kaygılıydı. O yüzlerce zil yeniden çalmaya başlamıştı başının içinde. Tedavi başarılı olmuyordu. Gitgide kötülüyordu Ahmet… İnce, sarışın, genç bir kadın girdi odaya. Tedirgin, çekingen, gözleri yaşlı… Yalvarıyordu,

– Hemşire söyledi, siz içerde kalıyormuşsunuz, dedi, ne olur ilgilenin oğlumla. Daha benden hiç ayrılmadı da…

Öne sürdü, eteğinin ardına gizlenmiş oğlunu. Nesli’ye beğendirmek istercesine,

– İşte bu teyzesi, dedi, Osman… Beş yaşında… Şeker hastalığı varmış da…

Nesli, kendi perişanlığı içinde, başında çalan zilleri susturmaya uğraşarak kafasını okşadı oğlanın, yatıştırdı annesini. Kadın Osman’ı alıp çıktı, Nesli onları daha oracıkta unutup Ahmet’e döndü.

Konuk saati geldi, geçti. Ahmet uyudu. Nesli oturdu divana, yorgun bedeni biraz dinlensin diye. Ama olağan dışı bir şeyler vardı dışarıda. Nesli kapıya çıkıp baktı.

Osman, ilerde koridorun ortasına bağdaş kurup oturmuş. İnatçı başı öne eğik. Doktorlar, hemşireler başına toplanmış, dil döküyorlar. Kucaklayıp yatağına götürdüler. Birkaç dakika sonra Osman yine geldi, bağdaş kurup oturdu koridorun ortasına. Bir kez daha… Bir kez daha… Nesli, Osman’ı unuttuğuna pişman, seğirtti ona doğru,

– Bak canım, dinle beni, dedi, avutup kandırıp yatağına götürebilmeyi amaçlayarak. Osman başını kaldırdı. Gözleri çakmak çakmak… Bu yabancı yere bırakılışına ve onu bırakan annesine duyduğu öfkeyi, tokat gibi patlattı Nesli’nin suratına,

– Defol git!.. İstemiyorum seni… Pis kadın…

Ne gördüyse gördü doktor Nesli’nin gözlerinde, yatıştırdı onu,

– Bırakalım biraz kendi haline, alışır yavaş yavaş…

Nesli sessizce uzaklaştı Osman’dan. Çocuğun akıttığı öfke kendi içinde kabardı birden.Doğru değildi bu çocukları bu ortamda yalnız bırakmak. Ne yapsın, kime koşsun?.. Hangi kapıları açsın da, bütün anneleri içeri alsın?.. Elinden bir şey gelmezdi. Bu büyük çarkın yönünü değiştirmeye gücü yetmezdi.

Uzun süre uzaktan izledi Osman’ı, bu küçücük bedendeki kararlı başkaldırıya hayran. Sonra birden bir şey dikkatini çekti. Osman, oturduğu yerde parmağıyla çizgiler çiziyordu taşın üstüne. Olur mu acaba?.. Neden olmasın… Belki… Nesli koşarak gitti, kucakladı Osman’ı, ayakta dolaşan çocuklar için hazırlanmış oyun odasına soktu bağırta bağırta. Oturttu masanın başına, kağıtlarla pastelleri seriverdi önüne,

– Hadi oğlum, resim yap. Çok güzel yapacaksın, biliyorum. Resim yap…

Resim yaptı Osman. Günlerce, o büyük öfkesini pastellerden beyaz kağıtlara akıttı. Hem de inanılmaz güzellikte biçim ve renklerle…

Hastane yaşamı olağan koşullarıyla sürüp gitti. Günün en sevinçli saati, konukların geldiği zamandı. Arkadaşları geldi Nesli’nin. İçi minnetle doldu. Nihat geldi her gün, Ahmet de, Nesli de sevindiler. Ama konuk saati çok kısaydı, günün ve gecenin kalan saatleriyse çok uzun… Ahmet komaya girmedi, ama yeni tedavinin etkisiyle çok sarsıldı. Kaç gece Nesli, yüreğini bir pençe sıkarken nöbetçi doktora koştu, bilmiyordu, Ahmet’i komaya giriyor sanıp. Ahmet gitgide hırçın, öfkeli, mutsuz oldu. Nesli çırpındı durdu çevresinde gece gündüz. Yüreği gibi bedeni de yorgun düştü, koğuşlardan gelen çağrılarla Ahmet arasında koşarken…

– Teyze… Teyze… Teyze…

Artık “Hemşire Abla” diye bağırmıyordu çocuklar, Teyzeyi çağırıyorlardı. Evet, doktor amcalar da, hemşire ablalar da iyiydi, güleçti ama, ellerinde iğneler, serumlar vardı. Oysa beyaz önlüksüz teyze iğne yapmıyordu onlara. Oğlunu kucağına alıp geliyor, uzun masallar anlatıyordu. Güvenmişlerdi Nesli’ye, sevmişlerdi onu. Osman’la bile dost olmuştu. Bu sevgi, bu güven yumuşatıyordu biraz, Nesli’nin kaskatı kesilmiş yüreğini.

Sonunda bir sabah doktor müjdeyi verdi,

– Ahmet’i çıkarıyoruz bugün Nesli Hanım. Yeni ilaçlar vereceğiz ona…

Sevinemedi Nesli. Denenen tedavi sonuçsuz kalmıştı. Doktor da, Nesli de değiştirememişlerdi oğlunun kara yazgısını. Ama yeni ilaçlar vardı. Kim bilir, belki bu kez…

Ya öteki çocuklar?.. Annelerinden ayrı hasta çocuklar?.. Ne yapacaklardı Nesli de gidince?.. Düşünmemeye çalıştı. Gitmek zorundaydı. Sorumlulukları vardı. Hepsinden öte, yaşamını kasıp kavuran, kendi hasta oğlu vardı.

Nihat evin yeniden şenleneceği düşüncesinin sevinciyle, oğlunun karanlık geleceğinin kaygısı yüreğinde birbirine karışmış, çabucak tamamladı işlemleri. Nesli, artık taşımayan kollarından babasının kucağına aktardı oğlunu, elinde valiz, yanları sıra bir robot gibi yürüyüp hastanenin dışına attı adımını.

Hiç akıtamadığı yaşlarla, aylar boyu ağladı Nesli, Remziyelere, Osmanlara, Esenlere, Ahmet’ine.

Müge Konor (Ankara)